1904 St. Louis Olimpiyatları birçok açıdan bir fiyaskoydu. Maraton da bu konuda olimpiyata ayak uydurdu. Yarışta adeta yok yoktu: Fare zehri, yabani köpekler, çürük elmalar ve şişe şişe brendi…
Tüm sporlar içinde koşudan daha standardize edilmiş bir branş bulmak zor olsa gerek. Başlangıç ve bitiş çizgileri milimine kadar ayarlanmış bu branşta kullanılan kronometreler o kadar hassas ki saat markaları saatlerinin kalitesini ispatlamak amacıyla yarışlara sponsor oluyor. Amaç ise gayet basit: Önceden belirlenmiş bir mesafeyi en kısa sürede koşmak. Ayrıca, bir temas sporu da değil ve suda değil karada yapılıyor. Tüm bunlar hesaba katılınca, aslında koşu dünyanın en güvenli sporlarından biri. Ancak tüm bu standartlar oturtulmadan önce ‘belirli bir mesafeyi en kısa sürede koşmak’ bile kendi içinde ölümcül derecede tehlikeler barındırabiliyordu.
1904 St. Louis Olimpiyatları, zaten kendi içinde bolca karışıklık ve tartışma barındıran bir organizasyondu. Yapılacağı yer değiştirilmiş, ülkelerin çoğu organizasyona katılmayacağını açıklamıştı. Bu hengamenin, tarihin gördüğü en garip maratonlardan biriyle daha da karışmasına lüzum yoktu. Ama bu maratonu James Sullivan organize edecekti ve Sullivan’ın bazı kendine özgü fikirleri vardı.
Öncelikle, maratondan olumlu haberler: 1904 St. Louis Maratonu, modern olimpiyat tarihinin ilk Afrikalı siyah katılımcılarını barındırıyordu! Len Tau ve Jan Mashiani, yarışı takip eden basın mensupları tarafından büyük ilgi görmüştü. İki siyah Güney Afrikalı yarışmacı gazete sayfalarında yerini almıştı almasına; ancak 1999’da yapılan bir araştırma sonucunda atletlerin hem isimlerinin, hem de milletlerinin yarışma yetkilileri tarafından yanlış yazıldığı ortaya çıkacaktı.

İlgi çekici bir diğer yarışmacı, Kübalı Félix Carvajal’di. Bir postacı olan Carvajal maratonu koşmak istiyordu, ancak Küba’dan St. Louis’e gitmek için yeterli parası yoktu. Tüm Küba’yı baştan başa koşarak bağış toplamış ve gerekli miktara ulaşmayı başarmıştı. Akabinde gemiyle New Orleans’a ulaşıp topladığı tüm parayı kumarda kaybetmişti. St. Louis’e ulaşmak için otostop çekmiş, yeri geldiğinde de yürümüştü. St. Louis’e son anda günlük kıyafetleri olan ağır ayakkabıları, uzun içlikleri, pantolonu, uzun kollu üstü ve kasketiyle varmıştı. Yanında başka bir kıyafeti veya ekipmanı olmadığından start çizgisine bu kıyafetlerle gelmişti. Yarış başlamadan önce bir diğer atlet kendisine acımış, bir makas alıp Carvajal’in pantolonunu diz hizasında keserek bir şorta dönüştürmüştü.
1904 yılında maraton parkurlarının uzunlukları da henüz bir standarda oturmamıştı. St. Louis’te oluşturulan parkur tam 40 kilometreydi. Ancak St. Louis, bugünkü maratonların 2,2 kilometrelik ekstra uzunluğunu zorluk bakımından gölgede bırakacak birçok özelliğe sahipti. Öncelikle yarış sabahın erken saatlerinde hava serinken değil, öğleden sonra üçte başlayacaktı. Maratonun kaosuna kendi korkunç fikirleriyle büyük katkı sağlayacak olan Charles J.P. Lucas, 1905’te yayımlanan kitabında maraton başlarken sıcaklığın gölgede 32 derece olduğunu yazacaktı. Lakin parkurun neredeyse hiçbir noktası gölge altında değildi. Ağustos güneşi, 40 kilometre boyunca yarışmacılara eşlik edecekti.
30 Ağustos günü, otuz iki yarışmacı Francis Field’da start aldı. St. Louis sokaklarına karışmadan önce stadın etrafında birkaç tur koştular. 1903 Boston Maratonu’nun galibi John Lordan, yarışın favorilerindendi. Herkes gibi o da stadyumu turladı ve Forsythe Caddesi’nde 800 metre kadar daha devam etti. Sonrasında yavaşladı ve durdurulamaz bir şekilde istifra etmeye başladı.
Yarış öncesi bir düzine vatandaş, insanların parkuru boşaltması için at sırtında yollarda koşturmuşlardı. Bunun bir sonucu olarak çoğunluğu tozlu yollardan oluşan parkur, havada asılı kalan bir toz bulutuyla kaplanmıştı. Üstüne, atlıların çabasına rağmen insanlar hala parkurda yer alan yolları kullanıyordu. İnsanlar bu konuda yalnız da değildi: Atletler maraton boyunca arabalar, at arabaları, banliyö trenleri ve tramvaylarla da cebelleşmek durumunda kalacaktı. On iki atın kaldırdığı toz yeterli değilmiş gibi, yarış görevlileri ve antrenörler de arabalarla atletlerin etrafında volta atıyor; adeta sporcuların her daim toz soluduğundan emin olmaya çalışıyorlardı. Lordan’ın vücudu, bu toza ve 150 milyon kilometre uzakta bir yerlerde harlayan yaz güneşine 2,5 kilometre kadar dayanabilmişti.
Bu olaydan bir süre sonra parkurdaki araçlardan biri, yolun kenarında yatan biriyle karşılaştı. Araçtakiler, kendinden geçmiş kişinin yanına gittiklerinde gördüklerinin atletlerden biri olduğunu anladılar. Amerikalı William Garcia koşarken o kadar çok toz yutmuştu ki yemek borusu ve midesi tamamen tozla kaplanmıştı. Midesini örten toz mide zarını yırtmış, iç kanamaya yol açmıştı. Kendisine ilk müdahaleyi yapan doktorlar, müdahalede bir saat daha geç kalınsa muhtemelen Garcia’nın kan kaybından hayatını kaybedeceğini söyleyeceklerdi.
Sıcaklık, güneş ve tozla mücadele eden bir insanın isteyeceği ilk şey nedir? Muhtemelen biraz su, değil mi? Organizatör James Sullivan bunu da düşünmüştü. 40 kilometrelik parkurda atletlerin su ihtiyaçlarını giderebileceği bir nokta belirlemişti. Atletlerin bütün bu zulmüne derman olmaya çalışan, yalnız bir su kuyusu. Charles Lucas, kitabında bu su kuyusuyla ilgili olarak “Sporcular bu kuyudaki suya alışkın olmadığı için, bu su birçok sporcunun midesini bozdu” diyecekti. 40 kilometre, ağustos güneşi, toz bulutları ve yegâne bir su kuyusu – suyundan içerseniz rahatsızlandığınız bir su kuyusu.

Kübalı atlet Carvajal bu kuyuya ulaşmadan önce, bir noktada birilerinden su tedarik etmeyi başarmıştı. Kendisi, maratonu takip edenlerden sadece su yardımı almakla da kalmamıştı. İddiaya göre, parkurun yanında şeftali yiyen bir seyirciyi görünce kendisine yanaşıp birkaç şeftali istemişti. Seyirci kendisini reddedince de şeftalilerden iki tanesini kapıp koşarak oradan uzaklaşmıştı. Olimpik bir atletin yarışın ortasında durup bir seyirciyle sohbet etmesi bugün bize garip gelse de Carvajal; yarış boyunca birçok kez durup bozuk İngilizcesiyle insanlarla sohbet etmiş, epey vakit kaybetmişti.
Ancak sohbet, bugün olduğu gibi 1904’te de karın doyurmuyordu. İki şeftali, maraton koşan bir atlet için yeterli bir öğün değildi. Koşarken bir elma bahçesi gören Carvajal, iki adet elmayı da mideye indirdi. Yediği elmalar çürüktü, karın ağrısı ve yorgunlukla bir ağaç dibine uzandı. Kübalı, günlük kıyafetleriyle koştuğu, yol boyu seyircilerle sohbet ettiği ve ortasında midesini bozduğu için biraz şekerleme yaptığı bu maratonu dördüncü sırada tamamlayacaktı.
Yarış, diğer atletler için de iyi geçmiyordu. Amerikalı Fred Lorz, yarışın üçte birini geçtikten sonra sıcaklığa ve güneşe dayanamayıp beyaz bayrağı çekti. Yoldan geçen bir araba kendisini aldı ve Francis Field’a götürmek için yola çıktı, ancak 16 kilometre sonra arıza yaptı. Fred Lorz, parkurun geri kalanını koşmaya başladı ve çok kısa süre sonra yarış liderini arkada bıraktı. Tüm bu hikayelerin arasında, belki de en absürt hikaye, tam bu esnada ikinciliğe gerileyen Thomas Hicks’in hikayesiydi.
Thomas Hicks uzunca bir süredir lider gidiyordu. Hemen arkasındaki arabada iki adam, Hugh McGrath ve yazdığı kitapla bu maraton için çok önemli bir kaynak haline gelen Charles Lucas kendisine yardım ediyor; bizim bugünkü anlayışımızla antrenörlük yapıyordu. 24. kilometreyi geçen Hicks, antrenörlerinden su istemeye başladı. Antrenörleri bu isteği reddetti. Onun yerine, 5 kilometre kadar sonra atletlerine su yerine biraz striknin vermeye karar verdiler.
Siz de striknin kelimesini ilk kez bu hikayeyle duyuyorsanız, yalnız değilsiniz. Striknin; çok düşük dozlarda sinirlerinizin bir hareketi durdurmak üzere gönderdiği sinyalleri engelleyen bir çeşit uyarıcıdır, aslında bir doping maddesidir. Striknin, bu çok düşük dozajın üzerinde kullanıldığı takdirde ise çok hızlı bir şekilde çalışan bir zehir haline gelir ve aslında genelde fare zehri olarak kullanılan, çok vahşi bir ölüme yol açan bir kimyasaldır. Böylece Thomas Hicks, bu an itibariyle modern olimpiyatlardaki ilk doping vakası olarak tarihe geçmişti; ancak yarışın organizatörleri Hicks’i diskalifiye etmeyeceklerdi.

Damarlarında fare zehriyle 32. kilometreyi geride bırakan Hicks’in artık beti benzi atmış, cildi griye dönmeye başlamıştı. Bunu gören antrenörleri, kendisine biraz daha striknin ve biraz brendi içirmeye karar verdiler. Zehirledikleri ve susuz bıraktıkları atletlerinin kanına alkol de karıştırdıktan sonra kendisinin tekrar yola koyulmasını istediler. Lucas, “Gözlerinin feri sönmüş, teni daha da grileşmişti; kolları yanında birer ağırlık gibiydi ve bacaklarını zor hareket ettiriyordu” diye betimleyecekti atletini. Hicks halüsinasyonlar görmeye başlamıştı. Bitiş çizgisinden ve altın madalyadan 3 kilometre uzaktayken, hâlâ 32 kilometre daha koşması gerektiğini sanıyordu.
Bu esnada yarıştan çoktan çekilmiş ve parkurun yarısını araba tepesinde geçmiş olan Fred Lorz, Francis Field’a koşarak dönmüştü. İzleyiciler, finişe koşarak gelen bir atlet görünce sevinmeye başladılar. Lorz, seyircileri kırmadı ve yarışı hakkıyla kazanmış gibi davranmaya başladı. Kendisine takdim edilen defne tacını kabul eden Lorz, yaptığı kurnazlık ortaya çıkınca hiçbir şeyi yalanlamadı ve şaka yaptığını iddia etti. Amerikalı, sert tepkiler eşliğinde yarıştan diskalifiye edildi.
Bu esnada parkurun sonundaki iki tepeye ulaşan Hicks’in antrenörleri, atletlerine ikinci bir şişe brendi ikram ederek yarışı ustaca yönetmeye devam ediyorlardı. İkinci tepeyi de zorla aşan Hicks, Francis Field’a girerken hızını arttırmaya çalıştı ancak buna gücü kalmamıştı. Finiş çizgisini geçtiğinde, Hicks’in ayakları yere değmiyordu. İki adam Hicks’in omuzlarına girmiş, kendisini havada taşıyordu. Zehir, bolca alkol ve halüsinasyonların etkisindeki Hicks ise bacaklarını hâlâ koşar gibi hareket ettiriyordu. Yetkililer, kendisine birincilik ödülünü takdim etmek istedi ancak Hicks’in ödülü kabul edecek mecali kalmamıştı. Hastaneye götürülebilecek hale gelebilmesi için dört doktor tam bir saat boyunca kendisine müdahale edecekti. İstifra nöbetleri geçiren Lordan ve iç kanamayla ölümden dönen Garcia’dan sonra, üç saat içinde hayati tehlike atlatan üçüncü atlet olmuştu Hicks. Kazanmıştı kazanmasına, ancak 3 saat 28 dakika ve 53 saniyede tam 3,6 kilo kaybetmişti. Antrenörü Lucas, kitabında bu zaferi “Dopingli ilaçların atletler üzerindeki yararı görülmüştür” notuyla anlatacaktı.
Bu lanetli maratonun atletlerinin canına kast etme hikayeleri burada da bitmeyecekti. Güney Afrikalı Jan Mashiani, yarışın bir noktasında vahşi köpekler tarafından parkurun 1,5 kilometre dışına kovalanmış ama yine de on ikinci sırada finiş görmeyi başarmıştı. Yarıştan çok bir Testere filmini andıran bu müsabakayı, otuz iki atletin yalnızca on dördü tamamlayabilmişti.
Peki, bu maraton nasıl bu hale gelmişti? Cevap, organizatör James Sullivan’da yatıyordu. Maratonun organizatörü olarak, olimpik maratonu bir deney sahası olarak kullanmaya karar vermişti. Tozlu, bol yokuşlu bir parkurda, yaz güneşi altında düzenlenen maratonda tek bir su kaynağı olması Sullivan’ın göz ardı ettiği bir şey değil; tam tersine planlarının bir sonucuydu. Sullivan, ‘insanları kasıtlı olarak susuz bırakmanın’ ne dereceye kadar zorlanabileceğini ve bunun sonuçlarını öğrenmek istemişti. Sokakta bir karınca kolonisi bulmuş meraklı bir çocuk edasıyla, bu insanları öldürme pahasına bir deney gerçekleştirmek istemişti Amerikalı. Kendisi, bu korkunç deneyinin sonuçlarını sonradan paylaşacaktı. Tespitlerinden birisi oldukça dikkat çekiciydi:
“Striknin, atletlerin performansını artırmıyor.”

Bir yanıt yazın