,

Kahramanlar Devri ve Sonu

Sir Bobby Robson, İngiliz ve dünya futbolunda önemli izler bıraktı. Bu izlerden sonuncusu köklerine döndüğü Newcastle United’ın başındayken bıraktıklarıydı. Robson-Newcastle birlikteliği, bir kahramanın son dansı olacaktı…

Tarihi kahramanlar, her devirde iz bırakırlar. Kahraman olarak anılmaları boşuna değildir, kendilerinden sonraki devirleri de etkiledikleri için böyle anılmayı hak ederler. İmza attıkları devirlerin kapanması da sancılı olur. Hayatın her alanında böyledir bu. Madem ki hayat futbola fena halde benzerdir, o halde futbolda da böyledir. Bu kahramanlar bazen herkesin sevip saygı duyduğu figürlerdir, bazen de sevgi-nefret ilişkisini en derin şekilde yaşatan anti-kahramanlardır. 3 Eylül 1999 tarihi ise futbolun en özel kahramanlarından birinin son dansının başlangıç günüydü… 

Antrenörlük kariyerine 1960’lı yılların sonunda başlayan Bobby Robson, adeta tırnaklarıyla kazıya kazıya inşa ettiği kariyerinde çok kıymetli mevkilere ulaştı. Ipswich Town’a FA Cup’ı ve UEFA Kupası’nı kazandırmasının yanında onları istikrarlı olarak ligin şampiyonluk adaylarından birine dönüştürmesiyle başlayan serüven; İngiltere Milli Takımı, PSV, Sporting Lizbon, Porto, Barcelona ile devam etmişti. Robson, gittiği her yerde güzel izler bırakmayı da başarmıştı. Barça serüveninde tek sezonda alınabilecek dört kupanın üçünü almasına rağmen yerine Louis van Gaal’in getirilmesi, hiç şüphesiz üzmüştü onu. Sonrasında Barcelona’da danışmanlık ve eski takımı PSV’de kısa süreli teknik direktörlük deneyimleri tatmış, bu arada da yaşı iyice ilerlemişti. Robson’ın güzel bir finale ihtiyacı vardı. Bunun için en uygun yer de çocukken tuttuğu takım olmalıydı…

1990’lı yıllara ikinci ligde giren Newcastle United, 1992’de Kevin Keegan’ın takımın başına gelmesiyle çıkışa geçmişti. 1993’te Premier Lig’e yükselen takım, 1995/96 ve 1996/97 sezonlarında şampiyonluk mücadelesi vermiş, ancak iki sezonu da ikincilikle kapamıştı. Buna karşın önemli olan Newcastle’ın ligin gedikli şampiyonluk adaylarından biri olmasıydı. 1997’de istifa eden Kevin Keegan’ın yerine Blackburn Rovers’ı 1995’te Premier Lig’in zirvesine ulaştıran Kenny Dalglish geldi. Ancak işler beklenildiği gibi gitmedi. 1997/98 sezonunu 13. sırada tamamlayan takım, Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkamamış, FA Cup’ı da finalde kaybetmişti. Yeni sezona da Dalglish’le başlanmıştı fakat ilk iki haftanın iki beraberlikle geçilmesi bir teknik direktör değişikliğini beraberinde getirdi. Yeni patron, Chelsea’nin başında oyuncu-menajer olarak FA Cup’ı kazanan Ruud Gullit’ti. Ancak değişen bir şey yoktu. Gullit’li Newcastle da sezonu 13. bitirmiş ve FA Cup’ı finalde kaybetmişti. 

Newcastle United yönetimi yeni sezona da Gullit’le girdi. Dalglish’te yapılan hata yeniden tekrarlanıyordu. Siyah-beyazlılar, 1999/00 sezonunun ilk beş haftasını yalnızca bir puanla geçti. Bu, Ruud Gullit döneminin de sonunu getirdi. İşleri yeniden rayına oturtacak bir lidere ihtiyaç vardı, bu lider de elbette Sir Bobby Robson’dı. Robson, 3 Eylül 1999 günü Newcastle United’ın yeni menajeri oldu. İlk basın toplantısının zor sorusu ise yaşıyla alakalıydı. 66 yaşındaki kurt hoca, “Bu yaşta nasıl takım çalıştıracaksınız?” sorusuna kendine has sempatik tavrıyla cevap verdi: “Benimle bir 100 metre yarışına var mısın?” Ardından ekledi: “66 yaşında kendinizi genç de hissedebilirsiniz yaşlı da. Seçim sizindir.” Robson, döngüsünü tamamlamış, köklerine dönmüştü. Şimdi o kökten yeni bir ağaç yetiştirmeye çalışacaktı…

Robson’ın ilk maçında Chelsea’ye karşı deplasmanda kaybeden Siyah-beyazlılar, yedi haftada alabildikleri bir puan ile ligin sondan ikinci sırasına demir atmışlardı. Sekizinci haftada rakip, kendileriyle aynı puanla son sırada yer alan Sheffield Wednesday’di. Newcastle, kralı Alan Shearer’ın beş golle yıldızlaştığı maçı 8-0 kazandı. Robson, taraftarının önündeki ilk sınavında rüya gibi bir sonuç almıştı. Bu müthiş başlangıçtan sonra biraz olsun toparlanan takım, sezonu 11.sırada tamamladı. Kurt hoca o sezonu kurtarmıştı kurtarmasına ama bir ağaç da kolay yetişmezdi. Robson’ın ilk tam sezonu olan 2000/01’de de ligi aynı basamakta tamamladılar. Yeni sezona girerken takıma Craig Bellamy ve Jermaine Jenas gibi bazı genç yetenekler kazandırılmış ve eldeki tecrübeli kadroda da bazı değişikliklere gidilmişti. Robson nispeten umutluydu. Önceki iki sezonu puan cetvelinin alt kısmında bitiren Newcastle, bu defa üst kısımda olmayı hedefliyordu. Robson’ın tahmin ettiği sıralama ise onun temkinliliğinin bir göstergesiydi: Sekizincilik.

2001/02 sezonu, hayallerin ve tahminlerin ötesinde geçti Newcastle United için. Sezonu dördüncü sırada tamamlayan Siyah-beyazlılar, Şampiyonlar Ligi için ön eleme oynamaya da hak kazandılar. Bu sonuç, kulübün 1997’den bu yana ulaştığı en yüksek sıralamaydı. Oysa her şey daha yeni başlıyordu. 2002/03 sezonu, kulüp tarihinde önemli izler bırakacaktı. Sezon içinde bir ara Manchester United ve Arsenal ile şampiyonluk mücadelesi veren takım, ligi üçüncü sırada tamamladı. Ancak esas hikâye Şampiyonlar Ligi’nde yazıldı. Birinci grupta ilk üç maçını da kaybeden takım, kalan üç maçta bir mucizeye imza attı. Önce deplasmanda o sezon final oynayacak Juventus’u yendiler, sonra içeride Dinamo Kiev’i geçtiler ve kader maçları için Feyenoord deplasmanına gittiler. 65.dakikasına 2-0 önce girdikleri maç, 2-2’ye geldi. Zaten kim mucizelerin kolaylıkla gerçekleşeceğini iddia edebilirdi ki? Craig Bellamy’nin 90.dakikadaki golü, Dinamo Kiev’in Juventus’a kaybettiği haberiyle birleşince Newcastle United’ı ikinci grup aşamasına uçurdu. O aşamada Inter, Barcelona ve Leverkusen’li bir ‘ölüm grubuna’ düşen Robson’ın ekibi, üçüncü sırada kaldı.

2003/04 sezonunda da başarı grafiği olumlu seyretmeye devam etti Newcastle’ın. Ligi beşinci sırada bitirdiler, Şampiyonlar Ligi’nden düştükleri UEFA Kupası’nda da yarı final oynadılar. Fakat bu sonuçlar, bazı problemleri doğurdu. Taraftarlar, takımın Şampiyonlar Ligi’ne gitme hakkı alamamasından duydukları memnuniyetsizliği dile getiriyorlardı. Oysa takımları -1997/98 sezonu hariç- henüz iki sezondur düzenli olarak Şampiyonlar Ligi’ne gidebiliyordu. Bir sezon UEFA Kupası’nda oynayacak olmanın kime, ne zararı olabilirdi ki?

Bir diğer sorun ise Sir Bobby Robson’ın sonunu hazırlayan gelişmelerdi. Robson, antrenörlük hayatı boyunca bir taktik deha olmaktan çok insan yönetimiyle ön plana çıkan, kazandığı tüm başarıları bu yeteneğine borçlu olan özel bir insandı. Ancak futbolun doğası değişmeye başlamıştı. Artık taraftarlar tatmin duygusunu yitiriyor, genç futbolcular yaşlı antrenörlerini dinlemiyor ve futbol; taktikle, sistemle, rakamlarla daha fazla ilgilenen antrenörlerin oyunu haline geliyordu. Bobby Robson gibi bir centilmene yer ayrılmıyordu bu düzende. Robson bu dönemdeki bir röportajında “Eğer zeki değilseniz, cevapları bilmiyorsanız ve futbolu bilmiyorsanız sizi bitirirler. Beni henüz bitiremediler.” diyordu. Şartlar ise onun aleyhine işliyordu.

2004/05 sezonuna ilk beş haftada iki puan alarak başladı Newcastle United. Medyada sürekli takım içinde bazı problemler olduğu yazılıp çiziliyordu. Robson bunların bir kısmını kabul ediyor, bir kısmınınsa hiç olmadığını iddia ediyor ve medyayı ikna etmeye çalışıyordu. Ama zaman daralıyordu. Alan Shearer’ın yıllar sonra ifade ettiği şekliyle “Oyuncular paraya odaklıydı ve ne ona ne de kulübe hak ettikleri saygıyı veriyorlardı. Ki bu da ona ağır geliyordu.” Kulüp sahibi Freddy Shepherd, bazı oyuncuların sorun çıkardığını, bir aksiyon almaları gerektiğini söylediğindeyse kurt teknik adam alıştığı üzere oyunculara bir şans daha vereceğini ve sorunu çözebileceğini iddia ediyordu. Shepherd’a göre Robson insanların karanlık yüzünü hiç göremiyordu. Oysa Robson hayatı boyunca -başta İngiliz tabloid basını olmak üzere- karanlık yüzlü insanlarla mücadele etmişti. Ancak artık 71 yaşına gelmişti ve belli ki bu mücadeleyi eski gücünde sürdüremiyordu.

Sir Bobby Robson, 2004 yılında Newcastle’la bir yıllık yeni bir sözleşmeye imza atmıştı. Sözleşmesi yenilenmeyeceği için sezon sonu görevini şık bir şekilde bırakacaktı. Ancak hayat hiç kimseye, özellikle de böyle iyi insanlara karşı hiç de adil değildi. 29 Ağustos 2004 günü, Robson’ın görevine son verildi. Taraftarı olduğu kulübün binasından ayrılırken yüzünde belirgin bir hüzün vardı. İngiliz futbol medyası bu ayrılığı hayal kırıklığıyla karşıladı zira böylesine efsanevi bir karakterin hak ettiği son, hiç şüphesiz ki bu değildi.

Kulüp binasından ayrıldıktan sonra evine giden Robson, kapısında bekleyen gazetecileri görünce onların yanına gitti ve şunları söyledi: “Size bir nezaket göstermek adına buraya geldim zira burada yedi saat bekleyebilirsiniz ve ben bunu istemiyorum. Evinizde sizi bekleyen aileleriniz vardır, size tavsiyem onların yanına dönmenizdir.” Bunları söylerken kelimelerini zar zor seçiyordu, yüzünde ise hiç alışılmadık bir şekilde bir-iki günlük sakalı vardı. Moral bozukluğu ve hayal kırıklığı, her halinden belliydi. Kahramanlar devri sona ermişti artık.

Newcastle United, Robson’dan sonra dikiş tutturamadı ve 2009 yılında küme düştü. Sonraki yıllarda da inişli-çıkışlı bir grafik içerisinde oldular. Şimdilerde yeniden üst sıraları hedefliyorlar ya, artık bunu yapmak için Suudi sermayesi ve giymek zorunda oldukları Suudi yeşili formaları var.

Robson ise bir daha teknik adamlığa dönmedi. Kısa bir süre İrlanda Milli Takımı’nda Steve Staunton’ın danışmanı olarak görev yaptı. 2007 yılında beşinci defa kansere yakalandı. 2008 yılında Sir Bobby Robson Vakfı’nı kurdu ve bir kanser araştırmaları merkezi yapımı için vakfa bağış topladı. Merkezin açılışını yaptı ama o merkezin kendi rahatsızlığını araştıracak zaman kalmamıştı. Futbolun en özel karakterlerinden biri, 31 Temmuz 2009 günü hayata veda etti. Geriye Pep Guardiola’dan Jose Mourinho’ya; Gary Lineker’den Alan Shearer’a kadar etkilediği yüzlerce futbol insanını ve binlerce futbolseveri bıraktı. Onun kulüpleri tarif ettiği şu satırlar da hiç şüphesiz bizlere bıraktığı önemli bir mesajdı:

Zaten bir kulüp nedir ki? Binalar, yöneticiler veya onu temsil etmek için para alan kişiler değil. Televizyon sözleşmeleri, çıkış maddeleri, pazarlama departmanları veya yönetici locaları da değil. Bir kulüp tezahüratlardır, tutkudur, aidiyet duygusudur, şehrinizle gurur duymanızdır. Babasının elini tutarak ilk defa stadyum merdivenlerine tırmanan, o kutsal çim sahaya bakan ve orada herhangi bir şey yapamayacak olsa da âşık olan küçük bir çocuktur.”

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir