Futbolun değişen temposu, kaybolan hikâyeleri ve içimizde hâlâ top koşturan o çocuk üzerine…
“Eskiden daha iyiydi” hissi nereden geliyor?
Her kuşak, kendi çocukluğundaki futbolu en büyülü dönem olarak hatırlar. Herkes gençliğindeki starların, takımların büyüklüğünün, kadroların, formaların ve tribün atmosferinin farklı olduğunu düşünür. Ve bunları sembolleştirmek de her yaştan futbol takipçisi insana hâlâ aynı hazzı verir. Çünkü o dönemler sadece futbolun değil, hayal gücümüzün de en berrak olduğu zamandır. Televizyondaki bir maç, haftanın ritüeliydi; bir yıldızın hareketi, gol sevinci ve imajı günlerce okul bahçesinde taklit edilirdi. Belki de o yüzden, ne kadar yeni rekor kırılırsa kırılsın, çoğumuz için ‘en iyisi’ hep geçmişte kalıyor.
Ancak bu kuşak farkı, yalnızca duygusal bir tercih meselesi değil. Her nesil; oyunu kendi zamanının teknolojisi, yayıncılığı ve toplumsal koşullarıyla birlikte deneyimliyor. Dolayısıyla “bizim zamanımızda futbol başkaydı” cümlesi, aslında “futbolun anlatısı başkaydı” anlamına geliyor.
Herkes kendi jenerasyonundaki futbolu ‘zirve’ olarak görür. 80’lerde büyüyenler Maradona der, 90’lar kuşağı Zidane ve Baggio’yu savunur. 2000’lerde futbolla tanışanlar Ronaldinho’nun hastasıdır, 2010’larda çocuk olanlar Messi ve Ronaldo’nun… Aslında her kuşak, çocukluğundaki kahramanların büyüsünü korumaya çalışır. Bu dönemin çocukları da kendi dönemlerini Mbappe’den Yamal’a uzanan cevaplarla açıklayabilir ileride. Ama temelde değişmeyen şey şu: Her jenerasyon, kendi kahramanlarını bir daha eşi benzeri gelmeyecekmiş gibi hatırlıyor.

Çünkü çocukluk dönemlerindeki futbol sadece bir oyun değil, kişisel bir hafıza parçasıdır. Benim için o hafıza, -Messi’yi bir kenara koyarsak- topa her dokunuşunda heyecanlandığım Milan Baroš’tu. Bugün ondan çok daha ‘modern’, çok daha komple santrforlar izliyorum ama hiçbirinin yarattığı duygusal etki aynı olmuyor. Çünkü mesele teknik yeterlilikten ziyade duygularımız. Belki de her futbolseverin içinde kendi Baroš’unun yeri hiç dolmayacak.
Ancak mesele sadece nostaljiden ibaret değil; futbolun kendisi değişti, değişmeye de devam ediyor. Tempo, fizik seviyesi, kondisyon derken oyuncuların hepsi sistemin bir çarkına dönüştü. Artık sahadaki özgürlük, yerini görev tanımlarına bırakıyor. ‘Hoca takımı’ gibi kavramları sık duyar olduk çünkü artık yıldızlardan çok sistemler kazandırıyor. Övülen, yıldızlardan çok hocalar ve taktisyenlikleri oluyor.
Oyuncuların saf yeteneklerinden çok planın bir parçasını eksiksiz yerine getirmesi önemseniyor. 2000’lerden itibaren oyun temposundaki artış, antrenman metodolojilerinin bilimselleşmesiyle doğrudan ilişkili. Oyuncular artık bireysel doğaçlamayla değil, mikro düzeyde planlanmış koşu mesafeleri ve veri destekli senaryolarla sahada yer alıyor. Hoca takımı tabiri de bu sistemleşmenin doğal sonucu olarak ortaya çıktı. Futbol hâlâ aynı oyun ama artık doğaçlamanın değil, senaryonun hükmünde oynanıyor.
Bu değişim sadece sahada değil, ekranın diğer tarafında da yaşandı. Futbolun hikâyesini anlatan sesler, o hikâyeyi dinleme biçimimiz, hatta o heyecanı paylaşma yollarımız bile bambaşka hale geldi. Sosyal medya, YouTube özetleri, xG grafikleri, kıyaslama verileri, 7/24 süren tartışma programları… O eski anlatının yerini hızlı tüketilen bir veri bombardımanı aldı.
Futbol artık yalnızca sahada değil, içerik akışında da oynanıyor. Yayın formatları, algoritmalar ve sosyal medya, futbolun tüketim biçimini dönüştürdü. Eskiden haftada bir maç izlenirken şimdi her gün yeni bir içerik, her saat yeni bir tartışma var. Bu süreklilik, futbolu gündelik hayatın bir ritmi haline getirdi ama aynı zamanda duygusal yoğunluğunu da seyreltti.
Oyunun kendisinden çok oyunun etrafındaki gürültüyü tüketiyoruz. Bu gürültü; taraflar arasındaki kutuplaşmayı, öfkeyi ve nefret dilini de orantılı olarak körüklüyor. Bir spikerin cümlesi, bir oyuncunun mimiği, bir hakemin jestleri, gol sevincine sevinmek/sevinmemek
hepsi bir anda içerik haline geliyor. O yüzden, artık hiçbir an tek başına ‘an’ olamıyor; her şeyin bir yankısı, yorumu, algoritması var.

Bugünün gençleri için futbol, televizyonla değil algoritmayla öğrenilen bir dil. Artık futbolcular değil, klipler ve veri görselleri hafızaya kazınıyor. Oysa önceki kuşaklar bir oyuncunun koşusunu ya da vuruşunu tekrar tekrar izleyerek değil, hatırlayarak büyüdü. Bu fark sadece oyunun değil, hatırlama biçimimizin de değiştiğini gösteriyor.
Spikerlerin sesi bile değişti; ‘o anın büyüsünü’ anlatan değil, sayılarla ölçen bir dile evrildiler. Artık futbol bir duygu değil, bir ‘içerik türü’. Belki de bu yüzden geçmişin yıldızları hâlâ hepimize karizmatik geliyor; çünkü onlar biraz da bizim kafamızdaki hikâyelerin içinde yaşıyorlardı. Sosyal medya gönderilerinin, bot hesapların veya edit yaparak bir şeyi önemliymiş gibi gösterenlerin arasında değil.
Futbol artık sadece oynanmıyor, aynı zamanda sürekli yorumlanıyor, ölçülüyor, tüketiliyor. Herkes kendi ekranında bir teknik direktör, yorumcu veya scout gibi davranıyor. Belki de bu yüzden o eski şaşkınlık duygusunu kaybettik. Artık hiçbir şey bizi hazırlıksız yakalamaz hale geldi. Futbol bir deneyim olmaktan çıkarak bir beklenti-sonuç makinesi haline geldi. Her şeyi bir nedene bağlama ve analiz etme ihtiyacımız oluştu.
Yine de her jenerasyon, kendi kahramanlarının o ‘ilk büyüsünü’ koruyor. Çünkü o büyü sadece futbolda değil, çocukluğumuzun kendisinde saklıydı. Şimdi ekranlarda başka yıldızlar parlıyor ama biz hâlâ o ilk heyecanın peşindeyiz.
Belki de futbolu bu kadar özel kılan şey bizi hep o zamana, henüz hiçbir şeyi kaybetmediğimiz veya hiçbir şeye kaygılanmadığımız o saf heyecana geri götürmesi. Biz de futbolseverler olarak o çocuksu coşkuyu kovalama hissiyle yolumuza devam ediyoruz.
Futbol artık sadece sahadaki 22 oyuncunun değil, ekran başındaki milyonların davranış verileriyle şekilleniyor. Her şeyin ölçülebilir hale geldiği bir çağda belki de ölçülemeyen tek şey, oyunun bir zamanlar bıraktığı etki.

Bir yanıt yazın