Amerikan filmlerinde hep gördüğüm ama bir türlü anlamadığım sporu sonunda izledim. Sonuç: hâlâ hiçbir şey anlamadım ama kısmen eğlendim.
Sonunda Amerikan filmlerinde herkesin bağırıp coştuğu ama benim yıllardır anlam veremediğim o sporu izleme cesaretini gösterdim. Öyle sıradan bir maç değil; World Series denen, Amerikalılar için ‘kutsal’ denilebilecek final serisinin ikinci maçı. Top atılıyor, biri vuruyor, başka birisi koşuyor ama nereye koşulduğu, neye sevindikleri, kimin kazandığı benim için meçhul.
Yine de izledim. Kural bilmeden, jargon bilmeden, hatta hangi tarafın kazanıyor olduğunu bile bilmeden… Ama işin garibi şu, belki pek bir şey anlamadım ama bu bilinmezliğin içinde sürüklenmekten zevk aldım. Bu yazı, beyzbol hakkında hiçbir şey bilmeyen birinin cehaletinin verdiği dürüstlükle beyzbol izleme deneyimi üzerine bir deneme. Daha fazla uzatmadan bu bilinmezliğin ortasına atıyorum kendimi.
Maç başlamadan önce ekrana kadrolar geldi. Dokuz farklı adam, sırayla bana sopa sallıyor. Bir noktada korktum; bu bir tanıtım mı yoksa uyarı mı? Beyzbol sopasının bu kadar farklı şekillerde tutulabileceğini o anda öğrendim.

İlk atışta sahnede Toronto’dan Gausman vardı, karşısında da ünlü Shohei Ohtani. Ohtani’yi sadece maaş bordrosundan tanıyorum; bu kadar para alıyorsa kesin iyi vuruyordur diye düşündüm. Ama vuramadı. Skor tabelasında bir şeyler değişti ama ne yöne olduğunu anlayamadım.
İkinci atışta yine vuramadı. Kimin lehine bilmiyorum ama biri mutlu. Üçüncüde vurmayı başardı; ben sevindim ama Blue Jays’ten biri koşup topu yakaladı, herkes alkışladı. Demek ki sevinmemem gerekiyormuş.
Sonra Dodgers’tan beyaz bir Will Smith çıktı. Evet, Oscar ödül töreninde Chris Rock’a tokat atan oyuncu değil ama bir şeylere vurma konusunda onunla aynı yeteneklere sahip. İlk atışta topa güçlü bir vuruş yaptı ve Dodgers öne geçti. O an ilk kez bir şeyler anladığımı hissettim.
Bir süre sonra fark ettim ki herkesin kafasında bir şey var. Kask, şapka, vizör, ızgara… Topa vuranın da, yakalayanın da, sadece izleyenin de. Herkes bir şekilde korunuyor. O an şunu düşündüm: bu, Bağış abimizin (Bağış Erten) ve Ali Ece’nin hayallerindeki ideal spor olabilir. Herkes bir şekilde yüzünü, başını koruyan ve kafaya takılan aksesuarlar kullanıyor çünkü.
Bu sefer topu atmak için sahneye Yoshinobu Yamamoto çıktı. Tribünde bir alkış tufanı koptu. Demek ki önemli biri. Spiker “üç kez MVP olmuş, ligin en yüksek kontratlı pitcher’larından biri” dedi.
Sonra nihayet atış dışında bir aksiyon yaşandı. Blue Jays’in sopalı adamı topa vurdu, bir anda herkes koşmaya başladı. Kim nereye koşuyor anlamadım ama ortalık karıştı. Dodgers topu yakalayamadı, biri bir noktaya vardı, herkes sevindi. Ben de herhalde sayı oldu diye düşündüm. Oldu mu bilmiyorum ama sevinçler gerçekti.
Bu arada sahadaki bazı oyuncuların benimle benzer vücut ölçülerine sahip olduğunu fark ettim. Ve tuhaf bir şekilde motive oldum. Demek ki profesyonel sporcu olmanın şartı, fit bir vücuda sahip olmak değil. Beyzbol içimde bir umut bıraktı: belki de hepimiz için bir şans vardır, sadece doğru sporu yapmıyoruzdur.
Yamamoto “curveball” adı verilen bir atış yaptı. Top havada kıvrılıyor, adeta yön değiştiriyor. Böyle anlatınca çok havalı geldi ama bildiğimiz falsolu top bu. Tabii ben bunu kendi gözlerimle değil, spikerin söylemesiyle anladım ilk başta. Sonra ağır çekimde gösterdiler; top gerçekten de bir oraya bir buraya süzülüyordu. Karşısındaki vuramadı, demek ki iyi bir şey bu diye onayladım ben de.
Yaklaşık yarım saat sonra ise küçük bir aydınlanma yaşadım: meğer maç Toronto’da oynanıyormuş. Bu bilgiye varmam uzun sürdü. İlk başta “Kanadalılar beyzbolda da nazik demek ki” diye düşünmüştüm ama sonra fark ettim. Ben Dodgers için seviniyormuşum, onlar Blue Jays taraftarıymış.

Bir de iki takımın renkleri neredeyse aynı. Dodgers mavi, Blue Jays açık mavi. Ekranda bakınca ikisi de mavi işte… Bir ara acaba aynı takım kendi içinde mi oynuyor diye düşündüm. Sanki San Antonio Spurs’le Brooklyn Nets’i gri tonlarıyla ayırmaya çalışmak gibi bir şey deneniyordu.
Ama ne olursa olsun tanıdık bir sahne vardı: her olaydan sonra kamera kulübeye dönüyor, orada yaşlı, hiçbir şeyden memnun olmayan adamlar sahaya doğru gözlerini kısarak bakıyor. Dudaklar kıpırdıyor, mimikler sert. Dedim ki, “Tamam, burası tanıdık bir toprak.” Türk futboluyla akraba olan bir evren bu.
Toronto’da olduğumdan artık tamamen eminim. Ekranda Drake’in albüm kapağındaki o meşhur kuleyi görünce içimden “en azından buna hakimim” diye geçirdim. Şehri tanıdım, maçı hâlâ çözemesem de…
Blue Jays’ten Gausman her atıştan sonra avuç içini yalıyordu. İlk başta belki de ritüel olabileceğini düşündüm, sonra da belki de hijyen anlayışımız farklıdır dedim. Tam bu sırada Yamamoto’nun attığı top Springer’ın bileğine geldi, adam bir anda yere düştü. Gerçek bir aksiyon filmi gibiydi. Seyirciler ayağa kalktı. Ben nasıl olduğunu anlamadan skor 1-1’e geldi.
Sonra bir anda oyuna ara verildi. “Stand Up To Cancer” adında bir etkinlik başladı. Oyuncular, hakemler ve tribün ellerinde, üzerinde “I Stand Up For” yazısı ve kanser hastalarının ismi bulunan kartlarla ayağa kalktı. Bu konuya dikkat çekmek için etkinliğin maçın ortasında yapılması etkileyiciydi, genel olarak da organizasyon bir hayli güzeldi.
Ve sonra mı? Jonas Brothers çıktı. Evet, stadyumda mini bir konser başladı. Kanser hastalarına destek amacıyla düzenlenen etkinlik için “I Can’t Lose” adında bir şarkı söylediler. Şaşkınlıkla ekrana bakarken bir yandan da yaşlandıklarını düşündüm. Ben onları Disney döneminden hatırlıyorum; şimdi daha çok emekliliğe hazırlanıyor gibilerdi.

Maç tekrar başladı. Gausman iyi atışlar yapıyor, seyirci coşuyor, Yamamoto da hemen karşılık veriyordu. İki usta birbirine saygılı bir düellodaydı. Reklam arası geldi, ekranda Tom Brady belirdi. Amerikan futboluna da ilgim yok ama kendisini görünce bir saygı duruşuna geçtim. O kadar etkileyici bir kariyer yani…
Derken sahneye tekrar Will Smith çıktı. Gausman’ın fırlattığı topa öyle bir vurdu ki anında iyi bir vuruş olduğunu anladım. Top tribünlere gitti, spiker “homerun” diye bağırdı. Sanırım bir beyzbol kavramı öğrendim. Kaşla göz arasında Dodgers 3-1 öne geçti.
Sonlara doğru kameralar bir oyuncunun diz pozisyonunu analiz ediyordu. Yakın planda, yavaş çekimde, dizin açısını anlatıyorlardı. Bu detaycı yaklaşımdan biraz etkilendim açıkçası.
Stadyumdaki şarkı seçimleri bana bir hayli keyif verdi. Pink Floyd, Earth, Wind & Fire, Stevie Wonder… müzik seçimlerini yapan kişi işini iyi biliyormuş.
Bir ara VAR’a gidildi. Evet, beyzbolda da bu sistem varmış. Beyaz bir alanın etrafında koşuşturanlar oldu, sonra hakemler pozisyonu tekrar izledi. O arada da sporcular kenara gelip ellerine iPad alıyor, kendi pozisyonlarını izliyorlar. Teknolojiyle barışık bir spor bu beyzbol.
Ohtani sonunda güçlü bir vuruş yaptı, takımına skoru kazandırdı. Alkışlarla kenara geldi; süper yıldız olduğu hissini bana geçirdi. Skor 5-1’e geldi, ben de seyircilerden aldığım enerjiyle bu maç buradan dönmez dedim. Kendime güveniyorum çünkü artık tam iki saattir beyzbol izliyorum. Bu arada Blue Jays’i Kanada takımı olduğu için “underdog” sanıyordum ama meğer bayağı (2) şampiyonlukları varmış. Bir yanılgıya daha düşmüşüm.
Yamamoto son kez sahneye çıktı. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle topu fırlattı. Spiker, henüz terlemediğini bile söyledi. Bu bir övgü muhtemelen. Gerçekten de maçı terlemeden bitirdi. Dodgers kazandı, seri 1-1 oldu. Tüm kameralar Yamamoto’ya döndü, takım arkadaşları sarıldı. Ben bile gururlandım, sanki anlamışım gibi.
Maç bitmeden önce bir reklamda Samuel L. Jackson belirdi. Her filmde oynamasıyla dalga geçilen bir reklam filminde oynamış. İronik bir şekilde kendisini burada da ekranda görünce biraz işin tadı kaçmaya başladı. Tarantino yönetmenlik kariyerini sonlandırmaya karar verince reklam sektörüne geçiş yapmış sanırım değerli sanatçı.
Ve böylece benim beyzbol maceram burada noktalandı. Bir cahil olarak başladım, bir cahil olarak bitirdim. Yalnız fark ettim ki beyzbolu tam anlamasan bile iyi oyuncuları hissedebiliyorsun. Yamamoto gibi, Ohtani gibi. Kurallar hâlâ karışık ama belki biraz öğrenmem gerekli. En azından Hollywood filmlerinde geçen sahnelerde neler yaşandığını anlayabilmek için…

Bir yanıt yazın