Notlarıma bakıyorum da toplamda on iki yılımız geçmiş birlikte. Çoğu telefon konuşmalarıyla, azı yüz yüze görüşmelerle geçen on iki kısa yıl. Ama hafıza kartımdaki ağırlığı koca bir ömür. Sekiz yıldır aramızda olmayan yayıncılık devi Fahri İkiler’e dair, onunla geçen zamanlarıma bir ağıt.

Ataköy’de Crown Plaza’nın bahçesindeki kortların girişindeyim. Akredite izleyeceğim (NTVMSNBC web sitesi adına takip etmiştim) ilk büyük tenis turnuvasına giriş yapmak için sabırsızlanıyorum. Sırt çantamda birkaç ay önce çıkan kadın tenisi üzerine yazılmış ilk kitabım, aralarında Venus Williams ve Patty Schnyder gibi isimlerin olduğu yıldız tenisçileri izlemeye gelmişim. Günlerden 17 Mayıs 2005, Salı. Girişteki TSYD masasından kartımı almak için sıradayım. Hemen önümdeki iki beyefendi masaya geldiğinde sıcak bir karşılama ve kucaklaşmaya tanık oluyorum: “Fahri Abi! Bugün mü geldin? Dün bekliyordum seni…” 

Bir anda şimşek çakıyor gözlerimde… Çocukluğumda kadife sesiyle tenis düşlerime tercümanlık yapan adam, tam önümdeymiş meğer! Kartımı alır almaz hemen peşlerine takılıyorum ve kendimi tanıtıyorum. Fahri Abi, beni gıyaben tanıdığını ve yayınlarımı ilgiyle dinlediğini söyleyip, ekliyor: “Ne zamandır bir yerde karşılaşsak diyordum.”

Yaşıtım olan İsviçreli büyük yıldız Martina Hingis aşkıyla kavrulduğum doksanlı yılların TRT efsanesi Fahri İkiler ile tanışmam böyle olmuştu. Fahri Abi, bir meslek büyüğünden üç dört gömlek fazlasıydı benim için. 1952 doğumluydu, babamdan on yaş küçüktü ama kısa süre zarfında hayattaki ikinci babam diyebileceğim bir yakınlık oluşacaktı aramızda.

Bülent Gürkan ile 2006’nın sonbaharında Tenis Dünyası dergisini yayınlamaya başladığımızda ilk gönderdiğimiz kişi oydu. Abonelik parasını ödemekte ısrar etmiş, ama biz karşılığında fırsat buldukça yazı yazmasını rica etmiştik. O da ilk defa adını duyduğumuz Bahtiye Musluoğlu’nun profiliyle başladığı yazılarını fırsat buldukça bize göndermişti.

O tarihten sonra Fahri İkiler ile Ankara’ya her geldiğimde görüştüm. Kâh şimdi yerle yeksan olan ATK’nın bahçesinde oturduk, kâh Kızılay’da. Bazen de Kazım Karabekir’deki meşhur köftecisine gider, saatlerce konuşurduk. Dergimizden sitayişle bahseder, kendisinde olmayan bazı tarihi verileri ve fotoğrafları nereden bulduğumu inceden inceye sorardı. “İnternet’te neyi nasıl arayacağını iyi bileceksin abi” derdim gülerek, “Arayan, her şeyi bulur.”

Tanışmamızdan beş yıl sonraydı. Yine bir tenis turnuvası için yollara düşmüştüm. 2010 İzmir Cup ATP Challenger için Örnekköy’e vardığımda ana tablonun ikinci gün maçları oynanıyordu. O günlerde ülke tenisinin en önemli ismi Marsel İlhan’ın 16.00’daki maçına yetişmek için acele etmiş ve otele uğramadan doğrudan kortlara gelmiştim. Kan ter içinde içeri girdiğimde tam karşımda Fahri Abi’yi gördüm. Kortun girişinin önünde sigara içiyordu. Barut fıçısı gibiydi. Koşarak yanına gittim, kucaklaşmak için. “Abi sen sigara içiyor muydun?” dediğimde, “Bugünlük yaktım, yıllar önce bırakmıştım” diye yanıtladı. 

Maça daha iki saat vardı. Kafeye gidip oturduğumuzda neden böyle canı sıkıldığını anladım. Türkiye Tenis Federasyonu’nun telkiniyle Fahri İkiler’in maç anlatmaması istenmiş ama bu yüzüne karşı söylenemediği için Ankara’dan İzmir’e yollanmasına karşın, anlatım kabinine vardığında, İstanbul’dan “kiralanan” spikerle karşılaşınca durumu anlamıştı. Diğer spiker arkadaşımdı; Fahri İkiler’in üzerine basılarak yayına gönderilmiş olmaktan dolayı hayli mahcuptu ama arkada dönenlerden haberi yoktu. 

Fahri Abi, TRT’nin kurumsal yapısının çökertilmeye başladığı o yıllarda yayın verilmeyen, radyoya “gönderilen” ve dahası emekliliği için baskı kurulan eski personeller arasındaydı. Bunu daha önce de konuşmuştuk. Yayıncılık gibi gün geçtikçe kariyer değerinizin arttığı bir meslekte, bir takım züppe müdürler yüzünden, en verimli çağında çok sevdiği işini yapamamaktan mustaripti. Ama o gün yapılanlar tüm bunların üzerine tuz biber ekti. İkiler, üzerinin çizilme olayından doğrudan federasyonu sorumlu tutuyordu. O günün TTF yöneticilerini asla affetmedi. Olaydan kısa süre sonra emekliliğini isteyip otuz yıllık müthiş birikimiyle birlikte kurumdan ayrıldı ve Ankara’ya çekildi.

Kurumdan ayrıldıktan sonra uzun yıllardır yazdığı Türkiye’nin tenis tarihi kitabına odaklandı. Kitap, yılan hikâyesine dönmüştü. Tenis çevresinden kimle konuşsam, “Fahri Abi yirmi yıldır o kitabı yayınlayacak, bir türlü çıkmıyor” diyordu. Gecikme, üstadımızın titizliğinden kaynaklanıyordu ama gerçekten de çıkması zor gibiydi. O günlerde ben de aynı başlıktaki çalışmamı tamamlamak üzereydim. Bir sponsor anlaşması üzerine çalışıyorduk. Ona iki kitabı birleştirerek yayınlamayı önerdim, istemedi. Sonuçta ikimizinki de yayınlanamadı.

İkiler TRT’den ayrıldıktan iki yıl sonra Roland Garros ve Sinan Erdem’den yaptığımız WTA Sezon Sonu Şampiyonası için Eurosport’a gelmesini önerdim. Kendisi de onun anlatımlarıyla büyüyen Yayın Yönetmeni Bağış Erten bu işe çok sevindi ve Fahri Abi yayın kabinimizi onurlandırdı. Emre Yazıcıol, Ali Kırçıl, Erman Yaşar, Caner Eler, Yücel Tuğan’la ve elbette benimle yayınlara girdi. Susuzluğunu gidermek için üç maç üst üste kabinde kalıyordu, belki yedi-sekiz saat. Nemli gözlerindeki sevinci görmek benim için unutamayacağım bir gurur anıydı. Yetiştirdiği bir nesil tarafından onore edilmiş ve efsanevi bir jübile yapmıştı. O esnada yıllar sonra onu duyan hakiki tenis izleyicisinden Eurosport Türkiye’ye teşekkür mesajları yağıyordu. 

Fahri Abi’yle en son 2016 yazında görüşebildim. O tarihten sonra sürekli telefonlaşmamıza rağmen bir türlü bir araya gelemedik. Atletizm Federasyonu’ndaki görevim nedeniyle sıkça Ankara’ya gidiyordum ama aradığımda “Gelemem” diyordu. Son zamanlarında ise İstanbul’da oğlu Bora’nın yanında olduğunu ama görüşmeye fırsatı olmadığını söylüyordu. Ser verip sır vermediği için bir türlü ne olduğunu çözemedim. Meğerse kemoterapi aldığı için İstanbul’da kalıyordu ve benim tüm bu olup bitenden haberim yoktu. 

Soğuk bir kasım günü telefonuma bir mesaj düştü. Tenis Dünyası’nın editörü Ali Katipoğlu, “İkiler vefat etti” başlıklı bir taziye görmüş ve olayı doğrulamak için bana göndermişti. Mesaj kısa ve acı vericiydi: Abi doğru mu bu?

Ertesi gün (14 Kasım 2017) Üsküdar’dan kalkan cenazesinde Fahri Abi’nin en sevdiği oyunculardan Çağla Büyükakçay ve antrenörü Can Üner’i ve başka tanıdıkları gördüm. Kimsenin kansere yakalandığından haberi yoktu. Avluda eşi Banu Abla’ya taziyelerimi sunarken, yaşlı gözlerle “Galiba telefonda son konuştuğu kişi sendin, Şevket” dedi. Doğru, on gün kadar önce telefonda yeni açtığı web sitesiyle ilgili bir şeyler talep etmişti. “Abi, madem buralardasın, ben de İstanbul’dayım bir süre. Geleyim yanına, bilgisayardan bakarak daha iyi anlatırsın” dediğimde, “Şimdi olmaz” diye cevap vermişti. Hâlâ kulağa pürüzsüz gelen sesinden son günlerine girdiği bir kanser illetiyle boğuştuğunu nasıl anlayabilirdim?

Bu yazıyı yazdığım gün, Türkiye’de spor yayıncılığının kalite standardını yükselten, bana ve birçok tenis severe ilham olan Fahri İkiler’in ölüm yıldönümü. Aradan sekiz yıl geçti. Defalarca ismini bir şampiyonaya vermesi talebini bizzat başkanına ilettiğim Türkiye Tenis Federasyonu, ülkede bu spora en fazla emek veren insanı çarçabuk unutuverdi. Göreve yeni gelen başkanın – geçmişle herhangi bir teması olmadığından – bu efsanevi yayıncının isminden bile haberi yok. 

Oysaki aradan yalnızca sekiz yıl geçti. Çağın hastalığı Alzheimer, sadece insanların değil kurum kültürü büyük yara alan yüz yıllık yapıların da sorunu gibi görünüyor. 

Fahri İkiler’in biyografisi, yazıları ve albümlerinden oluşan ve ölümünden hemen önce oluşturduğu web sitesine www.fahriikiler.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir