Kaçış, bisiklet sporunun belki de en karmaşık ve en büyüleyici tarafıdır. Kazanıp kazanmamak önemli değildir; verilen mücadelenin kendisi yarışın anlamıdır.
Bisikleti ilk kez izleyen bir göz için görüntü fazlasıyla karmaşıktır. Kim önde, kim geride, kim ne için pedal çeviriyor; anlamak zaman alabilir. Anlatan biri varsa durum biraz daha netleşir. Ancak ne olursa olsun konu kaçışa geldiğinde kafalar karışır. Bunun nedeni oldukça basittir: Başka hiçbir sporda, aynı anda hem bireysel hem kolektif iki farklı mücadelenin bu kadar iç içe geçtiği bir düzene rastlanmaz. Kaçış, işte bu karmaşanın içinde bisikletin en tanımlayıcı unsurlarından biridir. İlk kilometrelerde yaşanan hareketlilik çoğu zaman kaçışın habercisidir. Öne çıkan bisikletçiler, pelotonun onlara ne kadar izin vereceğini bilmeden pedal çevirmeye başlar.
Bir ihtimal daha var o da kaçmak mı dersin?

Tüm bisikletçiler yarışa ana grup anlamına gelen pelotonun içinde başlar. Henüz bölünmemiş bir peloton, bambaşka bir izleme deneyimi sunar. Takımların farklı renkleriyle oluşan görsel şölende neredeyse aynı tempoda ilerleyen, tek bir vücut gibi hareket eden bu büyük grup, adeta dev bir bisiklete dönüşür. Ancak bu düzeni bozmak isteyen bazı “asiler” çıkar ortaya. Teklikten kopmak isterler ve hızlarını artırarak öne fırlarlar. Düzeni bozmaları onları suçlu yapmaz elbette. Çünkü bu kopuşun ardında birbirinden farklı nedenler yatabilir. Bazı bisikletçiler, ne sprint finişleri için yeterli hıza ne de dağ etaplarında gereken bacak gücüne sahiptir. Onlar için kazanmanın tek yolu herkesi geride bırakıp erken kaçmaktır. Bazen de kaçış, bireysel değil takım stratejisinin parçasıdır. Küçük takımlar, kalabalıkların içinde kaybolmaktansa, 5-10 kişilik grupların içinde kendini göstermeyi hedefler. Büyük takımlar ise takım liderine ileride destek olabilmesi için bir ya da iki bisikletçiyi öne yollar.
Yani kaçış grubu, öne fırlayan birkaç kişiden ibaret gibi görünse de ardında çok daha fazlasıdır. Her birinin farklı bir amacı, farklı bir hikâyesi vardır.
Her zaman kolay olmaz tabii. Hatta çoğunlukla kolay olmaz. Tam temponuzunu arttırmış giderken bir bakmışsınız size eşlik eden kimse yok. Önününüzdeki yaklaşık 100 kilometreyi tek başınıza rüzgârı göğüsleyerek gidemeyeceğiniz için -eğer bisikletin “modern yamyamı” olarak tanınan Tadej Pogacar ya da günümüzün en iyi tek günlük yarışçısı Mathieu van der Poel değilseniz- tekrar pelotona geri dönmeniz gerekir. Siz tam döndüğünüzde 3-5 kişilik bir ekip adeta size nispet yaparcasına yavaş yavaş uzaklaşır. Bazen de küçük bir ekip gerçekten gitmeye karar verdiğinde pelotonun görünmez trafik polisleri devreye girer. “Nereye gidiyorsunuz bakalım?” der gibi tempo arttırırlar ve sizi tekrar aralarına alırlar. Gitmeye karar vermek değil, ne zaman ve nerede gitmek istediğin esas farkı yaratır. Yani tıpkı komedide olduğu gibi, kaçışta da “timing (zamanlama)” önemli bir detaydır.
Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için mi?

Kaçış grubu tam olarak oluştuğunda, hem öndeki bisikletçiler hem de peloton kısa süreli bir rahatlama yaşar. Artık yarışın yapısı az çok netleşmiştir. Fakat bu rahatlık, özellikle kaçıştakiler için uzun sürmez. Eğer peloton sakin bir günündeyse, “Bugün siz gidin, biz karışmıyoruz” der gibi onları kendi haline bırakabilir. Ama etap galibiyetini hedefleyen takımlar varsa, iş planlandığından çok daha zor hale gelir. Arkanızda sizi yakalamak isteyen yaklaşık 150 kişi olduğunu düşünün. Tam bir kedi-fare oyunudur; hep böyle tanımlanır. Bazen fark 5-6 dakikaya kadar çıkar ama bir bakmışsınız, gelmişler bile. Yakalanmak istemiyorsanız içerideki yazılı olmayan kurallara uymanız gerekir.
Kaçış grubundaki bisikletçileri, farklı takımlardan gelip geçici bir ortaklık kuran küçük bir takım gibi düşünebiliriz. Bitiş çizgisine kadar sürecek bir iş birliği oluşur ve herkesin galibiyet umuduyla özverili şekilde çalışması beklenir. Pelotona yakalanmamak için sırayla öne geçip rüzgârı paylaşmak gerekir. Böylece yük tek bir kişiye binmez. İçeride olup çalışmadan arkalarda saklanmaya çalışmak yersiz bir çaba olur. Kader yoldaşlarınızı sinirlendirip onların da çalışmayı bırakmasına yol açarsınız. Bunu sürekli yaparsanız, istemediğiniz bir itibara sahip olursunuz ve kimse bir sonraki kaçışta sizinle gelmek istemez. Başka bir deyişle D’Artagnan, Kardinal’in adamlarına karşı onlarla birlikte savaşmasaydı Üç Silahşörler’e katılamazdı; kaçışta da, pelotona karşı beraber direnmeyenle yola devam edilmez.
Yükseğe doğru verilen mücadele yüreği doldurmaya yeter mi?

Yarışın sonuna doğru gelindiğinde artık iki seçenek vardır: Yakalanmak ya da yakalanmamak. Ne olursa olsun verdikleri mücadelenin anlamlı olduğunun bilincindedir bisikletçiler. Yakalandıklarında sanılanın aksine işleri daha kolaydır. Yaptıklarını onurlu bir çaba olarak görür, birbirlerine teşekkür ederler. Şayet yakalanmadılarsa o zaman ihanet ve sadakatin arasında bir yerde bulurlar kendilerini. Kilometreleri birlikte geçirdikleri yoldaşlarına ihanet etmeleri gerekecektir kazanmak için. Buraya kadar romantik bir hikâyeyle anlatılan kaçışın büyüsü tam da bu noktada bozulur. Ama bu çatışma yarışın doğasında vardır ve kimse kimseye gerçekten kızmaz. Kaçışın sonunda yaşanan dağılma, hayal kırıklığı gibi görünse de aslında bu hikâyenin bir parçasıdır. O an üzülmek yerine, verilen emeğin ağırlığını ve değerini hatırlamak gerekir.
Sisifos’u bilirsiniz, tanrılara karşı geldiği için cezalandırılmış; her gün zirveye kadar yuvarladığı taşın yeniden aşağı düşeceğini bilerek aynı işi yapmaya mahkûm edilmiş bir mit kahramanıdır. Albert Camus ise Sisifos’un mutlu olduğunu söyler. Çünkü onun için anlam, zirveye ulaşmakta değil; her seferinde aynı taşı yeniden yukarı sürmeyi seçmekte gizlidir. Çabanın kendisi anlamlıdır. Kaçış grubu da çoğu zaman yakalanacağını bilir ama yine de pedala basar. Mesele bazen kazanmak, bazen değildir.

Bir yanıt yazın