2025 Amerika Açık’ın sonuna geldik ve bu yılın Grand Slam takvimini tamamladık. Erkeklerde yine bir Sinner-Alcaraz finali vardı, kadınlarda ise Sabalenka senenin son Grand Slam şampiyonluğu şansını iyi değerlendirdi. Turnuva tabii ki bunlardan ibaret değildi. Eurosport spikeri Batuhan Herdem bir tarafa, tenis kortlarından gözünü ayırmayan Berkem Çağlayan diğer tarafa geçti ve turnuvanın ‘en’lerini belirledi.
Batuhan Herdem: Sevgili Berkem arzu edersen en iyi maçla başlayalım mı? İstersen senin seçiminle girelim. Sen turnuvanın ortasında kararını vermiştin zaten bu maçın üstüne başka bir maç oynanmaz diye…
Berkem Çağlayan: Evet abi. Barbora Krejcikova-Taylor Townsend maçı tam olarak öyle bir maçtı. Özellikle ikinci sette yaşanan heyecan, bu maçı öne çıkarmaya fazlasıyla yeterdi zaten. Normalde kalite açısından bakıldığında kâğıt üzerinde belki turnuvanın en iyi 254. maçı falan olabilirdi. Ama sahada işler öyle olmadı.
Bir defa Krejcikova’ya parantez açayım. Wimbledon ve Roland Garros şampiyonlukları var ama buna rağmen biraz kenarda kalmış bir tenisçi. Bunun da en büyük sebebi sakatlıklar. Burada da büyük bir sakatlıktan dönmüştü ve eski günlerini arıyordu. Yine eski bir Slam şampiyonu olan Jelena Ostapenko’yu ve genç yıldız Mirra Andreeva’yı geçtikten sonra bir ‘Acaba?’ dedirtmişti.
Diğer tarafta da Townsend. O da teklerde hiçbir zaman beklenen seviyeye ulaşamasa da olağanüstü bir çiftler oyuncusu. Krejcikova tam 8 maç puanı çevirerek galibiyete uzandı. İzlemeyen varsa bir baksın, ikinci setteki tie-break, şiddetle tavsiye edilir. Krejcikova’nın çevirdiği her maç puanı akıl dışıydı.
Yani dramaysa drama, heyecansa heyecan… Üstelik sonrasında ikilinin birbirine gösterdiği saygı, Townsend’in oğluyla arasında geçen tatlı diyalog da en az maç kadar güzeldi.

BH: Ben burada biraz Türk torpili yapacağım iznin varsa. Zeynep Sönmez’in ikinci turdaki Marta Kostyuk maçı da benim bu turnuvada izlediğim, momentumun en çok değiştiği maçtı. Şanslıyım ki o maçta mikrofondaydım. Şimdi Zeynep’in tarafından izliyoruz anlatıyoruz korttaki mücadeleyi heyecanlıyız fakat o heyecanın tek sebebinin Zeynep olmadığını düşünüyorum. Maçın kendisi de başlı başına çok dramatikti.
İlk sette Kostyuk çok iyi girdi maça. Zeynep’in Wimbledon anıları daha taze hepimizde. Acaba çevirir mi derken ‘tak tak’ oynamaya başladı. İlk turda Katie Volynets karşısında çok özgüvenliydi zaten. Onu buraya da taşımış görünüyordu. Double break’i bulduk. Derken 4-3 öndeyken Kostyuk döndü. Devamında set puanları karşıladık ama o seti kaybetmekten kurtulamadık.
İkinci sette ise Zeynep mental gücünü gösterdi yine. Break ile başladı. Yine 4-3 laneti yaşadık orada ve servis kırdırdık. Tie-break’i nefis oynadık ve karar setine gittik. Üçüncü sette de uzun oyunlar, servis kırma puanları derken yükseldi ikisi de. Bir tek maçın sonunu getiremedik. Yani Zeynep değil de başka birisi oynasa dış kortlarda gözden kaçırdığımız maçlar arasında olurdu. İyi ki böyle bir maça tanık olduk diyorum ben. Zeynep için de epey öğretici olmuştur.
BÇ: Abi anıları tazelemek güzel oldu ama bir taraftan da lafını bitireceksin sıra bana gelecek diye çekiniyordum. Çünkü en kötü maç seçimine geçiyoruz ve anılarının çok da taze kalmasını istemediğim bir tanesi var önümde. Buna ne kadar maç denirse tabii… Alexander Bublik-Jannik Sinner eşleşmesine dalacağım biraz.
Aslında Bublik’in maçtan sonra attığı “AI” tweeti bile başlı başına her şeyi özetliyor. Sinner bir Son 16 maçında, 1 saat 23 dakika içinde, 6-1’lik üç setle adını çeyrek finale yazdırdı. İlk saniyeden itibaren, konsol oyununa yeni başlamış birinin yapay zekayı en zor seviyeye alıp ona karşı oynaması hissi hakimdi. Aslında Sinner en iyi oyununu bile oynamadı. Hatta kendi standartlarının biraz altındaydı. Fakat rakibini sindirme konusundaki performansı referans niteliğindeydi. Hal böyleyken bu kadar tek taraflı bir karşılaşmadan seyir zevki çıkarmak zordu. O yüzden “en kötü maç” için seçimim bu karşılaşma. Sinner, Harry Potter’daki ruh emicilere taş çıkarttı resmen…
BH: Harry Potter göndermesine ben de Spider-Man referansıyla devam edeyim bari. Eskiden elimizde bir Dr. Octopus vardı. Ahtapot gibi her topa yetişirdi, Amerika Açık turnuvalarına damga vururdu, finaller oynardı, Djokovic’in Takvim Slam’ini engellerdi falan. Ama herhalde sahte diplomayla doktor olmuş bu arkadaşımız. Yoksa iki Grand Slam’dir ilk turlarda Benjamin Bonzi’ye yenilmesi pek anlaşılır değil.
Daniil Medvedev’in şu halinin üzerine gerçekten tez yazılır. Medvedev tam Büyük Üçlü ile şimdiki Sinner-Alcaraz arası köprü oyuncu olabilecekken düştüğü şu durum hayal kırıklığı. Bonzi ile oynadığı ilk tur maçı da benim için en kötü maçtı. Bizim saatimizle sabahın köründe biten, dramasına neden tanık olduğumuzu bilmediğimiz, kavgası dövüşü olan ama ortaya bir sonuç çıkmayan, tenis kalitesi düşük bir maç. Sanki iki tane düşük sıralamalı oyuncunun kör dövüşü gibiydi. Hani bana diyeceksin şimdi olaylar var, beş setlik bir maç var ortada. İyi ama turnuva ağacına bakıyorum şimdi hemen altında Mariano Navone-Marcos Giron maçı çarpıyor gözüme. O da aynı bunun gibi 2-0’dan 2-2’ye geliyor sonra da önde olan taraf maçı kazanıyor. Muhtemelen tenis kaliteleri pek farklı değildir.
BÇ: Yok abi demeyecektim öyle bir şey zaten merak etme. Ama madem turnuvadaki hayal kırıklıklarımızı yazıyoruz ben de çok beğendiğim bir genç oyuncu ile devam edeyim lafı gelmişken: Victoria Mboko.
2024’ü 350. sırada kapattıktan sonra tarihi bir sezon geçirmişti. Yıl boyunca turun en formda isimlerinden biri olmayı başardı. Montreal’de sergilediği efsanevi performansla henüz 19 yaşında Masters zaferi elde ederek Amerika Açık’a gizli favorilerden biri olarak geldi. Ancak ilk turda karşısına Krejcikova gibi tecrübeli bir isim çıkınca sert kort Slam’inin duvarına da sert çarptı. Amerika Açık’ta ilk kez ana tablodaydı ve ilk turda elenmesi yadırganacak bir durum değil elbette. Hatta bunu normal karşılamak lazım. Ama asıl sorun kortta herhangi bir varlık gösteremeden kaybetmesi oldu. Dark horse olarak geldiği turnuvada sadece 1 saat 23 dakika vakit geçirebildi.
BH: O konuda ben de Mboko’ya çok kırgınım valla… Şaka bir yana ben de ondan bir sürpriz beklerdim ama adı üzerinde ‘sürpriz’ olurdu bu benim için. Çünkü şanssız bir eşleşmeye kurban gitti. Benim güzel hatalarım var…
Turnuva öncesinde yakınımdaki birçok kişiye Andrey Rublev bu turnuvada artık laneti kırabilir, yarı finale çıkabilir diyordum. Kort dışında gerçekten çok iyi bir karakter. Saha dışında iyi çocuk klişesi olmasın ama hakikaten öyle. Kortun içindeki kavgaları da hep kendisiyle zaten. Onları kısmen çözüyor gibi son birkaç aydır.
Nitekim oyununda da düzelmeler vardı. Roland Garros’ta Sinner, Wimbledon’da Alcaraz’a denk gelince ikinci haftayı görür görmez elenmişti. Son iki sert kort Masters’ında Toronto’da Taylor Fritz, Cincinnati’de yine Alcaraz denk geldi. Aslında iyi sinyaller vardı oyununda. Bu kez yolu da güzeldi. Çeyrekte Alex De Minaur dişine göre bir rakip olabilirdi. Ama bu defa Felix Auger-Aliassime’in olağanüstü oyununa denk geldi.
Çok da sevdiğim bir oyuncu değildi bu arada Rublev ama yıllar içinde kanım ısındı işte. Yalnız Felix dediğim an gözlerin bir parladı senin.
BÇ: Çok iyi bir gözlem Sayın Herdem. Çünkü benim için turnuvanın en büyük sürprizi senin de bahsettiğin Felix’in bu sıra dışı performansıydı. Tenisin ne kadar mental bir spor olduğunun en büyük kanıtlarından biri aslında onun kariyer yolculuğu. Henüz 18 yaşında dünya sıralamasında ilk 25’e girerek geleceğin en büyük yıldız adaylarından biri olarak parladı ama son 2-3 sezonda kariyeri adeta tepe taklak oldu. Özellikle bu yılki Grand Slam performanslarıyla ilk 10’dan da uzaklaşmaya başlamıştı.
Amerika Açık ise ilaç gibi geldi ona adeta. Dört yıl aradan sonra aynı kortlarda kariyerinin ikinci Slam yarı finaline ulaştı. Rublev’den sonra De Minaur’u turnuva dışına itti. Uzun ve yorucu da bir maç oynadılar hatta. Buna rağmen Sinner’den set almayı başardı ki sert kortta bunu yapabilen az sayıdaki oyuncudan biri. Tam da kariyerinin sıradan, böyle alelade bir çizgide devam etmesini beklerken bu çıkış benim için büyük bir sürpriz oldu. Buradan aldığı motivasyonla gelecek sezon neler yapacağını da merak ediyorum.

BH: Ben de bu noktada kadınlar ana tablosuna döneyim. Çünkü çeyrek finaller başlarken Naomi Osaka-Amanda Anisimova eşleşmesini ne kadar bekleyebilirdik emin değilim. Wimbledon üstüne Cincinnati kazanan, dalga dalga gelen bir Iga Swiatek vardı ortada. Doğal şampiyonluk favorileri arasına yazıyorduk, hatta belki bu kortların en iyisi Aryna Sabalenka’nın bile önüne koyuyorduk kendisini. Cincinnati’deki Sabalenka galibiyetinden Elena Rybakina’ya şans tanıyanların sayısı da az değildi üstelik ama neyse dağıtmayayım konuyu çok. Wimbledon finalinde Anisimova’yı doğduğuna pişman etmişti Iga. 6-0 6-0 tarihte çok çok nadir gördüğümüz güneş tutulması gibi bir olay. Ama rövanşı çok motive olarak aldı Anisimova.
Osaka ise benim ilk çıkış yaptığı senelerde şahsen en beğendiğim tenisçilerden biriydi. Mental sorunlar, doğum arası derken bir daha bu seviyelere çıkamaz herhalde diye düşünenler az değildi. Zira ben de her ne kadar çok sevsem de aksi kanaatte değildim. Ama önce Montreal finali, şimdi burada eski şampiyonlardan Coco Gauff’u elemesi, üstüne de Karolina Muchova gibi çok mahir bir tenisçiyi yenerek çıktığı yarı final… Acaba Osaka geri mi döndü sorusunu daha sesli biçimde sorduruyor.
Turnuvanın MVP’si mevzusunda da bu defa kalbimi dinleyerek torpil yapmak istiyor ve oraya da Osaka’yı yazarak sözü sana veriyorum. Benim için ortaya koyduğu şu direnç MVP olmasa da MIP (en çok gelişme kaydeden oyuncu) ödülü hak ediyor diyeyim en azından.

BÇ: Ben asıl Osaka’nın kıyafetini öveceğim abi ama şimdi değil. Önce ben de MVP’mi açıklayayım. Burada benim ödülüm Sabalenka’ya. Sadece çok dominant bir Amerika Açık geçirdiği için değil, bunu tüm sezona yaydığı için. Avustralya ve Fransa’da final, Wimbledon’da yarı final… Yani böyle bir sezonun Grand Slam şampiyonluğu olmadan tamamlanması tatsız olacaktı. Sabalenka buna izin vermedi.
Turnuvanın başında biraz sallandı ama yalnızca yarı finalde Jessica Pegula’ya bir set verdi. O da geçen sene finaldeki rakibiydi, olsun o kadar. Kariyerinin dördüncü Slam zaferine New York’ta unvan koruyarak ulaştı ki Serena Williams’tan beri bunu yapabilen yok. Üstelik sezonun ortasında anne olma hayalinden bahsedip erken bırakabileceğinin sinyallerini veriyordu. Bu şampiyonluk, umarım o fikrini değiştirir.

Gerçi anne olup dönenler var aramızda. Osaka’nın korttaki performansından çok tercih ettiği kıyafet çok konuşuldu ve benim gözümde turnuvanın en iyi outfitiydi. Alcaraz örneğinde de gördüğümüz gibi Nike daha ziyade mor tonunu öne çıkarmak istedi. Saç stili hepimizi büyülese de mor rengin Alcaraz’a çok yakıştığını söylemek zor. Osaka’da ise durum tam tersiydi.
Bu ton, turnuva genelinde birçok oyuncu tarafından tercih edildi. Fakat Osaka’nın mor kombini, basın toplantısında giydiği kristal taşlı ceketle birleşince bambaşka bir şıklığa dönüştü. Hatta belki de bu kadar iyi oynamasının sırrı buydu, kim bilir? Neyse, benim moda bilgim bu kadar. Telefonları Barbaros Şansal’a çeviriyoruz…
BH: Ben biraz daha İşte Benim Stilim ekolüyüm ya. Nur Bozar bu oyunu bozar sloganında kaldım en son. Yine old’lar bilir diyerek tarihin en ünlü internet tartışmalarından birine atıfta bulunayım. Sana hiç katılmıyorum ve sana laflar hazırladım.
Tamam, spor giyim markalarının eski büyüsü yok. Nike da Adidas da ikili rekabette eskisi gibi iddialı ürünler çıkarmıyorlar. Fred Perry, Wilson, Lacoste da eski günlerinden uzak. Yalnız Lacoste’un Djokovic’e özel keçi reklamı çok acayip. Ki bu da artık markaların kendilerini biraz daha sporcu özelinde merch’lere odaklamış durumda olduğunu gösteriyor. Koskoca timsah gitti keçi geldi oraya. Veya sporcular kendi logolarını üzerlerinde taşıyorlar, Federer’in RF’si ya da Nadal’ın boğası gibi.
Ancak ben Nike’ın morunu beğendim ya. Alcaraz turnuvayı çok iyi oynadığı için mi oldu bilmiyorum. Belki erkenden elense kıyafet uğursuzdu diyecektik. Ama o satenimsi parlaklık veren ton hoşuma gitti. Sinner’deki havucumsu-kiremitimsi renge de çok itiraz edemedim. Yalnız en tepeye Taylor Fritz’in siyah kombinini koyacağım. Risksiz ama Boss markasın tam onun uzun boyuna uygun iş yapıyor. Sabalenka da beyazlar içinde iyiydi. Her iki uçtan birer tane seçmiş olayım.
BÇ: Sen tenis anlatmayı bırak, Paris Moda Haftası falan anlat abi. Alcaraz tarafında hala katılamadım sana ama anlaşamamakta anlaşabiliriz. Bakalım en iyi genç oyuncu tarafında anlaşabilecek miyiz… Var mı aklında biri?
BH: Çok özel bir örnek yok valla. Deneyimin öne çıktığı bir turnuva oldu gibi. Sende kim var acaba hazırsın belli ki.
BÇ: Ben hazırım da sen hazır mısın bilmiyorum. Ve seçimimi söylüyorum. Adrian Mannarino.
BH: Bunu görebilmem lazımdı ya…
BÇ: Turnuva boyunca iyi bir genç oyuncunun çıkmasını ve ‘Raducanu run’ yapmasını bekledim ama olmadı. Buradan hepsini kınıyorum ve bu seçimimi tenis uğruna saçlarını döken, sakallarını beyazlatan ancak ruhu daima genç kalan 37 yaşındaki abimiz Adrian Mannarino’ya ithaf ediyorum. Fransız tenisçinin katıldığı 57. Slam turnuvasıydı bu. Çeyrek finali yine göremedi belki. Ama yine de ilk hafta birilerinin başına bela olmayı başardı. Yükselen yıldız Ben Shelton’a kök söktürüyordu ki o maçta Shelton sakatlandı. Dördüncü turda belki de kariyerinin en önemli maçında Jiri Lehecka’ya karşı biraz kötü bir performans sergiledi ve elendi. Önceki maçın da yorgunluğu vardır muhakkak. Yine de slow-mo tarzı, olmayan saçları ve bütün cool tavrıyla saygıdeğer abimizi bu ödüle layık görüyorum.
BH: O zaman ben de senin bu sözlerinin üzerine söz söyleyerek asla saygısızlık etmiyor ve bu bahsi burada kapatıyorum!
Bir yanıt yazın